Klasik Erkeği Öldürmek Benim Felsefem Ve İdeolojimdir

Kadın sorununa yüklenmem bir kişisel onur sorunu olmanın ötesindedir. Basit cinsellik ihtiyaçlarının ise tam karşısındadır. Cinslerin buluşmasını mutlak hayvani cinsel güdünün üstüne, büyük dostluğun ve yoldaşlığın seviyesine çıkarmak, bana gerçek bir yiğitlik gibi geldi ve kadına uzanmaktan çekinmenin korkaklık olduğunu fark ettim. Korkuyu egemen erkek yaratmıştı. Namus adı altında bu oyun oynanıyordu. “Seviyorum” derken bile, ikinci seferinde bıçaklıyordu. Haksızlığı dehşet vericiydi. Cins olarak kadını hırpalamış, fiziğini, zekâsını ve duygularını mahvetmişti. Kadın inanılmaz derinliklere düşürülmüştü. En benim diyen sosyalist erkek, hatta kadın bile bu oyunun basit figüranları olmaktan kendilerini kurtaramıyorlardı. Özgürlüğe büyük susamışlığın verdiği güçle soruna yüklendim. Çok sayıda çözümlemeler, diyaloglar, derinlikli konuşmalar yaptım.

Kişi olarak şahsen ben kadının geliştirilmiş ‘statü’ altında yaşamayı nasıl kendisine yedirdiğine hep şaşarım. Fakat şunu sezdiğimi açıkça itiraf etmeliyim: Kasaplar hayvanı kesime alırken, hayvan aslında kesileceğini fark eder ve tir tir titrer. Kadının erkek karşısındaki duruşu bana hep bu titremeyi hatırlatır. Kadın karşısında titremedikçe erkek rahat olmaz. Egemen olmanın baş koşulu budur. Kasap bir defa keser, o tüm ömrü keser. İfşa edilmesi gereken gerçek budur. Bunu aşk şarkılarıyla gizlemek aşağılık bir harekettir. Uygarlık altında en değersiz nesne ve kavram aşka dair söylenenlerdir. Bir erkeğin hiç başaramadığı, başarmak istemediği, bir kadına olağanca doğallığı içinde yaklaşabilme gücüdür. Ben şahsen böylesi bir tavrı gösterebilecek erkeği gerçek kahraman olarak değerlendirmek durumundayım. Sorun basit zaaf, biyolojik cinsiyet farkından doğmuyor. Hiyerarşik devletli toplumun ilk katmanlaşma nesnesi olarak kadını en alta yerleştirmesinden kaynaklanıyor. En derin toplum sorunu olması, toplumda yerleştirilmiş statünün özelliklerinden ileri geliyor. Sosyolojinin çok sınırlı ve geç olarak konuya ilgi duyması kapitalizmin kriz süreciyle ilgilidir.

Tahakküm ve mülkiyet düzeninin altında kadının yerini tanımlamak giderek güçleşmektedir. Binlerce yıllık bir uygulamanın verisi olarak kadın günümüzde tam bir enkaz halini yaşamaktadır. Kapitalist sistemin ayartıcı etkisi bile tam yansımış olmaktan uzaktır. Ortadoğu toplumunda gericiliğin merkezindeki asıl öğedir. Her alanda yenilmiş Ortadoğu erkeği, bu yenilginin bütün yansımalarını kadından çıkarmaktadır. Dışarıda ne kadar hakarete uğrasa, bunun karşılığını bilerek ya da kendiliğinden kadından çıkarmaktadır. Toplumunu savunamama, çıkış bulamamanın öfkesiyle dolmuş erkek, ailede bir deli gibi çocuk ve kadına yönelmekte, şiddetini boşaltmaktadır. ‘Namus cinayetleri’ olgusu, aslında bütün toplumsal alanda namusunu çiğneten erkeğin, tersinden olarak bunun öfkesini kadında giderme eylemidir. Sembolik ama çok bitik ve basit bir gösteriyle namus davasını hallettiğini düşünmektedir. Bir nevi psikoterapi uygulamaktadır. Sorunun altında kaybedilmiş bir tarih ve toplumsal dava yatmaktadır. Bu tarihsel toplumsal davayla yüzleşmedikçe ve üzerine düşeni yapmadıkça, namus kirlenmesinden asla kurtulamayacağını bu ‘erkeğe’ anlatmak, kabul ettirmek temel sorunlardan birisidir. Asıl namusun kadının cinsel organının bakireliğinden değil, tarihsel ve toplumsal bakireliği sağlamaktan geçtiğini mutlaka öğretmek ve uygulamak gerekir.

Erkek yönetimindeki aile kadar derinliğine ve süreklilik kazanmış başka tür bir köleliğin bulunmadığı önde gelen sosyologların ortak bir tespitidir. Toplumun kölelik düzeyini çözümleyebilmek, kesinlikle kadının kölelik düzeyinin çok yönlü çözüme kavuşturulmasıyla mümkündür. Evlilik namusu, onuru denilen şey, esasta ‘küçük imparatorun’ bütün kahrının çekilmesidir. Nasıl ki büyük imparator onuru saydığı devlet mülküne bir şey olduğunda bunu savaş nedeni sayarsa, küçük imparator da onuru saydığı mal olarak kadına bir şey yapılırsa bunu büyük namus meselesi, dolayısıyla kavga nedeni sayar. Daha da ilginç olan, kadının ruh olarak tamamen boşaltılması, biçimsel olarak da aşırı kadınsı, süslü-sesli bir ‘kafeste kuş’ haline getirilmesidir. Ses ve makyaj düzeni; doğal kadının çok dışında öz kimliğinin ezici biçimde inkârına dayanan, kişiliğini öldüren bir durum arz eder. Kadıncılık kadının özel olarak kişiliksizleştirilmesidir. Bir erkek icadı ve dayatmasıdır. Böyle olduğu halde, sanki kadının doğal duruşu buymuş gibi suçlamaktan geri kalmaz. Tüm reklam, teşhir malzemesi olarak kullanılmasından bizzat sistem sorumlu olduğu halde, bu da kadının doğal özüne yakıştırılır. Kadın onuru kapitalizmle en dip noktasına oturmuştur. Kadının kimliğinde dibe vuran, aynı zamanda komünal toplum değerleridir. Sistemin mantığı hem buna muhtaçtır, hem de oldukça becerilidir.

Erkek cinsellikte tam bir hakimiyeti arar. Cinsellikte başarılı olamadı mı, erkeklikten olduğunu düşünür ve kendini intihara kadar götürebilir. Bu neden böyledir? Bu konuda da doğru sonuçlara ulaşmak gerekiyor. Erkek cinsellikte başarılı olamadı mı kendini yaşanmaz buluyor. Kadında bu durum kendini değişik gösterir. Cinselliği, erkeği elinde tutmada, kontrol etmede en büyük silah olarak kullanır. Düşünün, burada bir anlayış ortaya çıkmıştır. Erkek cinsellikte başarınca kendini tam bir erkek veya bir diktatör gibi görürken; kadın da bütün zavallılığını, zayıflığını giderme temelinde tam bir dişi olarak görür. Biraz da erkeğin bu konuda ne kadar düşkün olduğunu göz önüne getirerek, onunla yaşamaya kendini kaptırır. İşte cinsellik burada tehlikeli bir namus anlayışına da yol açıyor. “Ben cinsel olarak filan erkeğin malıyım” dedikten ve artık bunun üzerinde bir namus anlayışı bina edildikten sonra (ki bizde temel ahlak normu da budur) ortaya çıkan, çok tehlikeli bir sonuçtur.

Vatan işgal edilir, vatana bin defa tecavüz edilir, insanın hemen her türlü sosyalleşme, siyasallaşma gerçeğine amansız tecavüz edilir, ama bunun için kılını kıpırdatmaz, namus ve onur diye bir tek duygu görülmez. Örneğin bana göre bu konuda Afrika yerlilerinin anlayışlarına daha normal bir ahlaki yaklaşım olarak değer verilebilir. Cinselliklerini asla bir kullanılma aracı olarak düşünmezler. Bunu namusa da dayandırmazlar.

Toplumun şiddetle beslenme geleneği en alt birim olarak ailede daha da nefes aldırmaz düzeydedir. Özellikle kadın üzerinde görünmez bir savaş halidir. Şiddetten titremeyen tek bir kadın hücresi yok gibidir. Çocukların durumu da aynıdır. Temel eğitim yöntemi şiddettir. Şiddetle terbiye edilmiş çocuktan, büyüdükten sonra aynısının bekleneceği açıktır. Şiddete dayalı egemenlikten gurur duyulur, haz sağlanır. İktidar ve şiddete dayalı güçlülük duygusunun en tehlikeli toplumsal hastalık olarak değerlendirilmesi gerekirken, en yüce ve keyifli duygunun kendisi olarak ilan edilir. Lanetlenmesi gereken bir olgu, en çok yüceltilen bir erdem olarak sunulur.

Genel için doğru olan bu tanımlama, Ortadoğu toplumsal gerçekliği için daha da doğrudur. “Dayak cennetten -egemenlerin adası– çıkmadır”, “Şiddet baldan tatlıdır” gibi deyimler kaynağını iyi izah eder. Toplumun çarpık ve nefessiz kalmasında şiddetin payı belirleyicidir. Şiddet insanlık dışı, tahakkümcü ve sömürücü sosyal asalakların en vahşi eylemi olmaktadır.

Tanım daha da zenginleştirilebilir. İşin ilginç yanı, bu kadar olumsuz özellikleriyle bezenen bir kimliğe karşı erkek egemen toplumun onunla rahat yaşayabileceğini sanmasıdır. Demek ki, çok uysallaşmış bir köle sayılmaktadır. Aslında onurlu bir erkek insan için bu kadar olumsuzluğa örgütlenen bir olguyla ortaklaşa yaşamak müthiş zor ve alçaltıcıdır. O halde neden kadın köleliği toplumlarda çok güçlüdür? Çünkü bu toplumlar köleleştirilmiştir, başta da erkek düşürülmüştür. Bu, köleliğin geçişken özelliğinden ileri gelmektedir. Bu kadar yararlı bir köle, köleliğe alıştırılan insanlar için elbette en çok aranan ortak olacaktır. Dolayısıyla bastırılan kadın, bastırılan toplumdur; düşürülen erkektir. Özcesi kadınlık olgusu yetkince aydınlatılmadan, doğal toplumun özgür ana-kadınlığı ile sınıflı uygarlığın özgür bilinçli kadınlığı bütünleştirilmeden, dengeli ortak yaşam arkadaşı yaratılamaz. Bunun eş benzeri erkeklik de yeniden oluşturulmadan bu birliktelik sağlanamaz.

Toplumsal alandaki kapitalizmin oluşturma, yönetme tarzını birçok olguda, özellikle erkekte, ailede, işte, memuriyette, yine eğitim, sağlık, hukuk ve benzeri birçok alanda gözlemleyebiliriz. Aile için kısa bir tanımlama yaparsak, hiyerarşik ve devletçi toplumun temel kurumu olan bu ocak sistemin hücresi, en küçük molekülüdür. Tepedeki imparatorun ailedeki yansıması ‘küçük imparator’dur. Toplumdaki köleliğin yansıdığı esas tezgâhtır. Ailedeki kölelik toplumsal köleliğin temel güvencesidir. Sistem adeta her gün, her saat ailede yeniden üretilmektedir. En ağır yükünü de aile çekmektedir. Aile hiyerarşik ve devletçi toplumun uysal eşeğidir. Sürekli binilebilir, kendini taşıtabilirsin. Genelde dağılan kapitalist sistemin en çarpıcı izdüşümünü ailede yansıtması aralarındaki bu sıkı bağlantıdan dolayıdır.

Kapitalizmin ekonomisi demeye pek gerek yoktur. Kapitalin kendisi ekonominin özüdür. O esasta en istismarcı, vahşi rekabetli, kâr için her şeyi göze alabilen sistemdir. Toplumun metalaştırılmayan hiçbir olgusu yoktur. Metalaştırılan toplum, elden çıkarılmak istenen toplumdur. Böylesi bir toplum yaşam ömrünü dolduran, dolayısıyla bitirilmesi gereken bir düzendir.

Toplumda içselleşmiş şiddet kültürü de savaşlarla beslenir. Devletler arasında savaş kılıcı, aile içinde erkek eli egemenlik timsalidir. Hem alt, hem üst toplum kılıç ve elin kıskacındadır. Tahakküm kültürüne sürekli övgü düzülür. En büyük şahsiyetler döktükleri haksız kanlarla övünmeyi, gururlanmayı en güçlü erdem sayarlar. Özellikle Babil ve Asur kralları insan kellelerinden harman yapmak, kale ve duvar örmek gibi örnekleri en büyük şan ve şereften sayarlar. Bugün halen yaygın olan toplumsal şiddet kültürü ve devlet terörü kaynağını bu kültürden almaktadır.

Hiyerarşik sistemle başlayan kadının içine alındığı statü çözümlenmeden, ne devlet ne de dayandığı sınıflı toplum yapıları izah edilebilir. En temel yanılgılardan bu nedenle kurtulunamaz. Kadın bir cins olarak değil, bir insan olarak doğal toplumdan koparılıp en kapsamlı köleliğe mahkûm edilmektedir. Tüm diğer kölelikler kadın köleliğine bağlı olarak gelişmektedir. Dolayısıyla kadın köleliği çözümlenmeden diğer kölelikler çözümlenemez. Kadın köleliği aşılmadan diğer kölelikler aşılamaz. Doğal toplumun bilge kadını ana-tanrıça kültünü binlerce yıl yaşamıştır. Her zaman yüceltilen değer ana-tanrıçadır. O zaman en uzun süreli ve kapsamlı toplum kültürü nasıl bastırıldı ve günümüzün süslü püslü kafes bülbülüne dönüştürüldü? Erkekler bu bülbüle bayılabilirler, ama o bir tutsaktır. En uzun süreli ve derinlikli bu tutsaklık aşılmadan, hiçbir toplumsal sistem eşitlik ve özgürlükten bahsedemez. Kadının özgürlük ve eşitlik düzeyinin toplumun bu yönlü düzeyini belirlediği yargısı doğrudur. Daha doğru dürüst bir kadın tarihi yazılmamıştır. Kadının hiçbir sosyal bilimde yeri gerçekçi olarak konulmamıştır. Kadına en saygılıyım diyen bile, bunu ancak kadın tutkularına alet olduğu oranda geçerli bir hüküm olarak belirler. Kadın, cinselliği dışında bir insan dostu olarak günümüzde bile hiçbir erkek tarafından kabul edilemez. Dostluk erkekler arasında geçerlidir. Kadından dost demek, ikinci gün cinsel skandal demektir. Bu yönlü yaklaşmayı aşan bir erkeği bulmak veya yaratmak en temel özgürlük adımlarından biri olarak değerlendirilmelidir. Bu konuyu çözümlemeyi ilerledikçe daha da derinleştirmeye çalışacağım.

Benim bu konuda sık sık işlemeye çalıştığım diğer bir husus geneli de ilgilendirebilir. Daha çok Kürtler için somutlaştırmaya çalıştığım husus, yeni bir aşk teorisidir. Kürtler için bir savaşı geliştirirken, bu aşk nereden çıktı diyeceksiniz. Kürt halkı sevgiden de çok yoksun bırakılmış bir halkı temsil ediyor. Sevgi inanılmaz düzeyde kurutulmuş ve katliama uğratılmıştır. Aydın geçinen bazı insanlarımız var. Aydınlar bildiğiniz gibi sanatla, edebiyatla uğraşıp sözümona insan yüreğini yorumlamaya çalışırlar. Kürt söz konusu olduğunda, maalesef hiç tanımamışlardır. Kürt’ün yüreği nerede, ne zaman bitmiştir? Varolan Kürt’teki yürek kimin yüreğidir? Bu duygu kimin duygusudur? Varsa bir ruhu hangi yabancının, hangi uşağın ruhudur? Hangi vicdansızlık, hangi çaresizliktir? Bunların açılması gerekiyor.

Ehmedê Xane’nin üç yüz yıl önce söylemiş olduğu söz, benim için halen önemlidir. O, kitabını yazarken şunu söyledi: “Kürtlerin aşkı, irfanı ve bilimi var demek için ben bu kitabı yazıyorum” diyor. Bu önemli bir sözdür. Dikkat edilirse o zaman, Kürtler için bir aşk ve irfan gereğinden bahsediyor. Şimdi üç yüz yıldan beri var olan da kayboldu. Kaldı ki Mem û Zîn’de de aşk gerçekleşmiş değildir. Orada her ikisi de ölmüştür, yanmıştır. Hatta o zamanki toplumsal gerçeklik içinde konuşamayacak kadar zavallıdırlar. Şimdi bizim de böyle bir sorunumuz var.

Evlilik, aile diyorsunuz, ben de size şunu söylüyorum; aşksız veya sevgisiz yaşam olur mu? Olmayacağına veya katledildiğine göre biz bunu nasıl yaratacağız? Erkeklerimiz ve kadınlarımız nasıl düşünüyor? Ben bundan acı duyuyorum, hatta iğreniyorum. En başta kendi ailemi de eleştirdim. Bu temelde anamla da, babamla da kavga ettim. Bu nasıl bir ailedir dedim. Ve sonra baktım ki bu, tamamen toplumun hikayesidir. Ama buna boyun mu eğelim; yaşamdan, yaşamın tutkusundan, aşkından vaz mı geçelim? O zaman nasıl olacak? Tarihe bakıyorsun, yaşam tümüyle elinden alınmış, ama yaşamak istiyoruz. Büyük tutkuları olan, büyük güzellik arayan bir kişiyim. Fakat nasıl elde edeceğim, nasıl yaşayacağım? Bunu kaba anlamda, maddi anlamda söylemiyorum. Bu, başlı başına bir ideolojik sorundur.

Biz YAJK’ı kadını kaba anlamda savaştırmak için kurmadık. Bu yanlış anlaşılmasın, dışımızdaki erkeği de değil, içimizdeki erkeği değiştirmek, dönüştürmekten için oluşturulmasına destek verdik. Erkekler, yaklaşımlarını değiştirmek istemiyorlar. Aşktan, duygudan bahsettim. En özgür kadın karşısında saygılı olmasını bile bilmiyorlar. Ben bu erkeği ne yapacağım? Benim biraz vicdanım var. Bu erkekleri kadınlarımıza layık göremiyorum. Çünkü, kendi başına bela olmuş, serseri mayın gibi kadının başında patlamak istiyor. Düşmana gücü yetmiyor, ciddi bir eylem planı ve örgüt geliştiremiyor. Yanı başındaki kadına suçu yüklüyor; “savaşın önünde sen engel oldun” diyor. Yaşamı çözemiyor, duyguları fazla gelişmemiş, güdüleriyle birden bire fırsat buldu mu yetkilerine dayanarak hıncını kadından çıkarmak istiyor. Bu ciddi bir sorun. Bu erkeği dönüştürmemiz gerekiyor. Aldığımız en kaba tedbirlerinden birisi, bu konuda YAJK’ı örgütlemektir.

Kadınlara son zamanlarda şunu söyledim; ben de dahil, bize karşı kendinizi iyi örgütleyin. Çünkü kendi gerçekliğimizde erkeği tehlikeli görüyorum. Henüz erkek değişmiş, dönüşmüş değildir. Eşit, özgür, saygılı ve biraz da sevgiyle yaklaşabilecek bir konumda değildir. Yani ben çeyrek bir erkeğim dedim. Bunu her zaman söylüyorum. Ne yapayım kendimi bu kadar geliştirebiliyorum. Eşit ve özgür yaşaması gereken bir kadın için, kendimi çeyrek adam durumunda görüyorum. Önder, Başkan diyorsunuz, ama benim gerçeğim budur. Kadınların hayallerini, umutlarını ve dünyalarını fazla süsleyemem. Bu kadar savaşmama, kadınlar için bu kadar büyük çaba harcamama rağmen bunu ancak bu kadar yapabilirim. Onun için duygularınıza hükmedin dedim. Mümkünse örgütlenin, mümkünse bu erkeği değiştirmek için gücünüze biraz güç katın. Yoksa zalimler, çaresizler bir şey veremezler.

YAJK biraz örgütlenince erkek eskisi gibi saldıramıyor. Gücüne dayanarak, “şu kıza güçle yaklaşayım” diyemiyor. Onu kırdık, bu önemli bir gelişmedir. Aileyi nasıl çözdünüz, diyorsunuz. İşte biz böyle çözdük. Bana göre erkek artık dayanmak zorunda. Ucuz ‘’karı’’ bulacağına veya ucuz ‘’karılar’’ peşinde koşacağına, işte ortada bir Zilan gerçeği var. Zilan değerli bir kadın, büyük başkaldırmış, büyük eylemini koymuş. Yazısını da yazmış, yeminini de etmiş ve uygulamış. Her gün bu kadın yoldaşa saygılı olacağım diyorum. Belki sizler bunu unutuyorsunuz, unutabilirsiniz. Ama ortada bir vasiyeti var. Bu anlamda şehitlerimizin vasiyetine sadık kalma gereğinden vazgeçemem. Buna uyacaksınız diyorum, uymak da çok zor bir iş.

Bir çelişki çıkıyor. Kopuş, yeniden katılım, yeniden paylaşım olacak mı? Olacaksa, erkek kendini bilinçli, özgürlükçü, iradeli ve zaferli yaratmak zorunda. Hep şu örneği de veriyorum. Kuş yuvalarına dikkat etmişseniz, göreceksiniz ki bir insan eli o yuvaya veya içindeki yumurtaya değerse o kuş yuvayı terk eder. Bizim işgal edilmemiş tek bir yerimiz, bir karış toprağımız bile kalmamıştır. Bir kuş beyni kadar beyin olsa, herhalde bu yuvada böyle namuslu aile kurulamaz. Bunu bilmeniz gerekir. Bu gerçeği söylersek diyecekler ki “vay yaşamayalım mı?” Yaşayalım, ama bu gerçeği de görelim ve çözelim. Çözemezsek ne olur? İşte Kürt, toprağında duramıyor, işte herkes ağlıyor. Kürdistan tümden boşaldı. Kürdistan’da “ben Kürt’üm, ben özgür yaşamak istiyorum, ben onurluyum” diyen neredeyse tek bir kişi bile kalmamıştır. O zaman kendi kendimizi inkar etmeyelim, özgür yaşayalım, ama gerçekler karşımızdadır. Buna çözüm gücünüz olmazsa, ülkemizde kalmakta, eşit ve özgür ilişkilerde bilincinizle, iradenizle ısrar edemezseniz.